Soul (Çizgi Film)

Gazete Kültür, 2021/07/16





Emir Gamsız

Yazar hakkında bilgi için tıklayın.




Pixar’ın “Soul (ruh)” isimli animasyon filmini izledim. Ana karakterin hayatı yıllarca yaşadığım Manhattan’ın sokaklarında geçiyor ve hâttâ piyanist olan ana karakterin en büyük fırsatım diye düşündüğü The Half Note Club isimli caz sahnesi, benim yıllarca konserler verdiğim Caffe Vivaldi’nin mahallesindedir. Ana karakterin evi de yine uzun süreler tiyatro sanatçısı eşim Ege Maltepe’nin yazdığı oyunları sahneye koyduğumuz La Guardia Performing Arts Center’a yakın. Sinemacılık tecrübemizden dolayı oradaki güzel şehir manzarası açısını çok iyi biliyoruz. Yani olay kısaca benim mahallemde, benim iş dünyamda ve benim kültürümün bir kısmını oluşturan unsurların bulunduğu New York’ta geçiyor.


Tabii kültürümü oluşturan unsurlar derken sevmediklerimiz hâttâ karşısında durmaya çalıştığımız unsurlar da kültürümüzün bir parçasıdır ve ben bu filmle Manhattan’ı terk etmeme sebep olan bütün o kötü unsurları tekrar gözden geçirdim. Yıllar içerisinde gelişmiş harika dostluklarım, Central Park ve bazı yemekler dışında pek bir şey özlediğimi söyleyemem. Genel olarak New York kültüründe yaşamaktan kurtulduğuma da çok memnunum. Internet sayesinde dostluklarımızı birbirimizi görerek de sürdürmek mümkün oluyor ve Allahtan insanın insana sevgisi kolay kolay önlenemiyor. Central Park’taki doğanın benzeri her yerde mevcut, zaten her yer ağaç olsa keşke. Yemek konusunda ise Türk mutfağıyla Manhattan’daki 2-3 enteresan tat arasında kıyaslama bile yapılamaz, Türk mutfağına büyük hakaret olur. Şu sıralar filmin geçtiği Greenwich Village mahallesinde Caffe Vivaldi’de yarattığım “Geveze Piyanist” karakterimin çizgi filmiyle uğraştığımızdan bu animasyon dünyasına dair konular hakkında tabiri caizse “içeriden” bilgilere de sahibim. Öte yandan film hakkındaki yorumlarım dışarıdan bakan bir sanatçı gözüyle olacak haliyle.


Öncelikle filmin künyesi hakkında bilgi edinmek için internet arama motoruna filmin adını yazdığımda ilk sırada ruh kelimesinin mânâsına dair sayfalar çıkacağını beklerken direkt filmin çıkması tüm dünyadaki kültür çöküşünün simgesi olarak içime oturdu. Tüm insanlık için ruh kelimesinin kıymetini düşündüğümüzde büyük film şirketlerinin insanlığı nasıl ele geçirdiğine dair tokat gibi bir ispat bu. Artık kimse ruh hakkında yazılmış kitaplar, kelimenin mânâsı veya etimolojisiyle ilgilenmiyor demektir bu sonuç, insanlık adına üzgünüm.


Filmde sapkınlık boyutunda para, iş gücü ve zaman harcanarak elde edilen 3 boyutlu ve gerçeğe yakın görüntü kalitesi etkileyici, ama benim gözümle kötü etkileyici, hem de çok kötü. Öncelikle bu kadar çok para, emek ve zamanın ne için harcandığını sorgulamak bize yeni bir bakış açısı sağlayabilir. 2 boyutlu çizgi film ve 3 boyutlu animasyonun amacı nedir? Sanatsal bir estetikle gerçeği andıran ama gerçek olmadığını bildiğimiz, hareket ediyormuş hissi veren resimler serisiyle bir hikaye anlatmak değil mi? Bu hikaye ve resimlerin gençlerin ve yetişkinlerin hayal güçlerini çalıştıracak mahiyette olması ana amaç değil mi? Bu kadar gerçek bir görüntüyü, gerçek mekanda ve gerçek oyuncularla film olarak çekmek yerine bu 3 boyutlu sanal gerçekliği yaratmadaki gaye nedir?


Öncelikle, iş 3 boyutlu olunca bilgisayar yazılımları çizerlerin işlerini ellerinden alıyor ve bir sanatçı türünü yok ediyor. Allahtan Miyazaki gibi sanatçıların hâlâ yoğun bir şekilde eserler ürettiği Japon 2 boyutlu çizgi film dünyasının eserleri dijital dünyaya karşı ayakta durabiliyor. Japon sanatçıların gerçekliğe bakışını hatırlamak bize meseleyi tahlil ederken farklı bir bakış açısı kazandırabilir. Ayrıca, 3 boyutun gerçekçi diye pazarlanan görüntüsünün, çizerlerin işlerini ve hayal güçlerini yok etmesinin yanısıra bir de yarattığı oyunculuk sorununa değinmek gerekir. Tiyatro sanatının uzantısı olarak 20’inci yüzyılda gelişen sinema oyunculuğuna şimdi de yeşil oyunculuk eklendi. Artık her oyuncunun yeşil duvarlarla sarılı bir odada duvarlarda belirlenmiş noktalara bakarak laflar söylemeleri teatral yeteneğin göstergesine dönüşmüş durumda. Kelimenin tam mânâsıyla traji-komik bir durum bu, çünkü film oyunculuğu ile gerçekliğini yitiren teatral icracılık, yeşil oyunculukla bir sanat olmaktan iyice uzaklaştı. 20’inci yüzyıl sinemanın bir sanat olup olmadığı tartışmasıyla geçti fakat ABD’nin CIA ve FBI merkezli stratejik kültürel saldırısı sonucunda sinemanın sanat olduğu konusunda kimsenin şüphesi kalmadı, sinemayı sanat olarak isimlendirmek norma dönüştü. Artık toplumlar ev kiralar veya satın alırken ev ahalisinin hangi alanda bir araya gelip sohbet edeceğine, kitap okuyacağına, bir çalgıyla müzik yapacağına veya beraber oyunlar oynayacağına değil büyük ekran televizyonun ve etrafında kurulacak oturma alanının neresi olacağına öncelik veriyor. Halbuki dört-beş kişinin bir araya gelip yapabileceği etkinliklerden en az sosyal olanı televizyon veya sinema izlemek. Buna rağmen son dönemde diğer sosyal birlikteliklerin hepsini yok eden sinemanın, özellikle de Hollywood sinemasının zenginleri herkesin evinde konforlu bir şekilde film izlemeyi tercih edip sinemaya gitmemesinden yakınır oldular. “Aaaah ah nerede o eski günler” diye sızlanan bu sinema zenginleri her alanın sinemasını yaparak yok ettikleri diğer sanatlara yaptıklarının şimdi de kendi başlarına geldiğini farketmiyorlar bile.


Sinemayı ve televizyonu bir manipülasyon aracı olarak kullanabilen herkes bilir ki sahne icracılığı ile sunulan sanat içeriği ve ekran (ya da perde) ile sunulan içeriğin en temel farkı hedefledikleri iletişim biçimidir. Sahnenin içeriği daha kendi oyun gerçekliğine ve gerçek zamana yönelik bir kurguya ve konsantrasyona sahip olduğu için o mekanda bulunan limitli sayıda kişinin tümüne birden hitap etmekle yükümlüdür. Oysa sinema, televizyon ve internet limitsiz bir kalabalığa, hâttâ dünyanın tümüne hitap etmesine rağmen iletişimi tek bir kişiye yöneliktir çünkü ses sorunu yoktur ve izleyici bir ev salonunda ailesiyle veya arkadaşlarıyla izliyor bile olsa ekran veya perdeyle iletişimi birebir bir iletişimdir. Yani evinin salonunda ekrana bakan beş kişi o anda bir yalnızlık yaşadıklarını farketmezler bile çünkü sinema, televizyon ve internetin hipnotik şekilde tasarlanmış içeriği tek kişiliktir. Bu iki alan arasındaki en önemli fark tiyatronun veya konser salonunun, ev mefhumunu terk ederek, tanımadığımız birçok kişiyle bir arada bulunduğumuz bir yer olmasından ortaya çıkar. Tabii o mekan da herkesin yüzünü görebildiğiniz, en fazla 100-200 kişilik bir büyüklükteyken sahip olduğu insani sosyalliği, 1000-2000 veya 5000 kişilik mekanlar olduğunda kaybeder. 100-200 kişiden fazla insanın bir arada bulunduğu mekanlar insani niteliklerini kaybetmiş bir endüstriyel ya da siyasal sürü iletişiminin araçlarıdır.


Soul filmi sanatı az, endüstriyel iletişimi bol tüketim ürünü olma özelliğini gizleyemiyor. Fakat filmin en vahim ve toplum ruh sağlığının geleceği açısından ziyadesiyle tehlikeli bulduğum iki özelliği ise sanallığı gerçeğe dönüştürmeye çalışan yapısıyla hayatın gerçekliğinin sanallaşmasına verdiği desteğin yanısıra, din ve ölüm ile ilgili meseleler üzerine kurulu içeriğin 10 yaşından büyük çocuklara uygundur diye satılması. Bu filmin konuştuğu konular yetişkinlerin bile çoğunun halledemediği konular iken 15 yaşın altındaki bir gencin bu filmi izlemesi hayatında derin travmalar bırakmanın yanısıra ciddi bir New York kültürü kaynaklı bakış açısı propagandasını da zihnine işleyecektir, tabii bu filmden aldığı “ilhamla” intihar edip kendini öldürmediyse.