Müzik Üzerine

Görüşüm

Gazete Kültür, 2021/08/02





Emir Gamsız

Yazar hakkında bilgi için tıklayın.




Müzik eseri ortaya çıkmış ve icra ediliyorsa veya kaydedilmiş ise artık tek önemli odak noktası müziğin kendisi olmalıdır. Eseri yaratanın hayatında neler olduğu, müziği hangi amaçla yazdığı, ne kadar iyi bir müzik bilgisi olduğu gibi eserin kifayetine direkt etki eden etmenler artık devre dışı kalmıştır ve müzik dinleyen canlılarla iletişimini kendi dilini kullanarak yapacaktır. Canlılar deyince sadece insanları düşünmemeliyiz, hayvanlar ve bitkiler de müzik dilinin iletişiminden haberdarlardır. Unutmamak gerekir ki müzik dediğimiz sanat formundan bahsediyoruz, başka bir sanat formu olan ve iletişimini sözlerle kuran şarkı formundan değil (Bkz: Şarkı Müzik midir?) . Müzik yaratım süreci bittikten sonra bir önemi kalmasa da müziğe direkt etki eden etmenler yaratım süreci ve öncesinde ciddi bir önem teşkil eder. Dolayısıyla müzik hakkındaki çıkarımlarımdan önce kendi müzik gelişimime etki eden ve müziğe bakışımı oluşturan etmenlerden önemli bulduklarım ile başlayalım.


Türk müzik türlerinin ve klasik bale müziğinin hakim olduğu çocukluğumdan sonra onlu yaşlardan itibaren ABD kaynaklı pop, rock ve caz müzikleri hayatıma girdi. Sonra 20 yaşımda ansızın klasik müzikle çok kuvvetli bir bağ kurdum ve hayatımın geri kalanını müzisyen olarak yaşadım. Erken yaşta çalgı virtüözitesi ve müzik bilgisi edinen diğer müzisyen arkadaşlarımdan farklı olarak hayatımın ilk 20 yılında müzikle sıradan bir dinleyici gibi ilişki kurmanın yanısıra, konservatuvarların müfredatlarında neredeyse yok denecek kadar az yer alan, matematik, fizik, kimya, biyoloji, mantık, felsefe gibi alanlarda ciddi eğitim verilen iyi bir liseden mezun olup, terkedip konservatuvara gidene kadar üniversitede Latin Dili ve Edebiyatı bölümünde okudum. Konservatuvarlarda sık rastlanmayan çeşitlilikte alanın profesyonellerinin arasında bulunmama sebep olan üç sebep daha vardı; annemin Türkiye’nin en eski bale okullarından birine sahip olması, babamın araba yarışçısı olması ve benim de 20 yaşımda konservatuvara gidene kadar Beşiktaş da dahil olmak üzere Türkiye liglerinde oynayan bir basketbolcu olmam. Basketbola olan ilgim dersleri boşlamama sebep olana kadar matematik ve fizik konusunda bir mesleğe sahip olacağımdan hiç kimsenin şüphe duymadığı bir çocukluk geçirdim. Fakat müzisyenlikle birlikte daha önce çok ilgi duymadığım tarih, edebiyat ve sosyoloji gibi alanlara ilgim arttı ve konservatuvara girdikten kısa bir süre sonra yazarlık yolunda ilk denemelerim başlamıştı bile. Sonrasında da felsefe hayatıma dahil olunca görüşlerim öngöremediğim bir şekilde gelişti.


“Müziğin dili” dediğimiz zaman basit bir matematiksel denklem kurmamız nasıl bir iletişimi olduğuna dair fikir edinebilmemize yardımcı olacaktır. Müzik dilinin hangi dile çevrilebileceğini sorguladığınızda varacağınız cevabın “hiçbir konuşma diline” olması kaçınılmazdır ve bu işlemin sonucu bu yazıda karşılaşacağınız çıkarımların temelini oluşturur. Bu noktada müzik dilinin kısmen çevrilebileceği iki dil daha olduğunu unutmamak gerekir; matematik dili ve fizik dili. Bu iki bilimsel alanın iletişiminin unsurlarını kullanarak müziği oluşturan ritm ve ses unsurlarını tahlil etmemiz mümkün olabilir. Tabii matematik ve fizik analizi sayesinde müziğin ne anlam ifade ettiğini anlamamız mümkün olmaz sadece yapısal kurgusunu anlayabiliriz. “İki” kelimesi ve “2” sayısını beynimizdeki bir kavram olmaktan çıkarıp fiziksel hayattaki 2 ile eşleştiren insan kapasitesi benzer bir eşleşmeyi müzik dilinde de yapabilir. Ama müzik hem bu matematiksel ve fiziksel unsurları barındırırken hem de konuşma ve yazma dillerinde mevcut olan ve harfler ve kelimeleri kullanan ifade dilinin unsurlarını da barındırır. Çok basit bir mertebede eşleştirmek için bir tiyatrocunun sözleri vurgulama biçimi ile müzikteki vurgulamaları karşılaştırmak faydalı olabilir. Dolayısıyla müzik diline hakim olmak müzisyenler için bile zorlayıcı olabilir çünkü konservatuvarlar bu tür felsefi ve bilimsel eşleştirmeleri yapabilmeyi sağlayan konuları müzisyen olmak için gereksiz ilan etmiştir. Oysa ki diğer yazılarımda da anlattığım gibi (Bkz: Virtüözite; Bkz: İhtisaslaşma; Bkz: Müzik Eğitimi), çalgı becerisi ve müziğin teknik bilgisi diğer alanlarla birlikte öğrenilmezse, sanatın ve sanatçının kültüre yapacağı etkinin de kültürü sığlaştırmak ve çökertmek olacağı da kaçınılmaz bir sonuç olur.


Bilimsel düşünce ve duygusal yaklaşımı bir araya getiren bu bakış açısı, müziğin yapısında da mevcuttur. Bu ikili hâl, sadece müziğin değil tüm insani iletişimin de dengesini kurmaya çalıştığı bir oluş biçimidir. Bir insanı sadece bilimsel veya sadece duygusal bakış açısıyla değerlendirmek ne kadar yanlış olursa müziği de tek yönlü anlamaya çalışmak derin bir anlamaya ulaşamamayı garantiler. Dinleyicilerin büyük çoğunluğu müzikal dilin kurduğu duygusal iletişimi esas alarak müziği değerlendirir çünkü bilimsel (veya başka bir değişle teknik) yanına dair bilgi sahibi değildir. Bilimsel teriminin kullanılmış olmasını abartılı bulabilecek kişiler müziği oluşturan temel unsur olan seslerin arasında, insan kulağının duyabileceği en küçük frekans farkını ilk hesaplayan kişinin ortaokul matematik derslerinden hatırlayacakları Pythagoras (Pisagor) isimli Yunan filozof ve matematikçi olduğunu bilmeliler. Frekans ve zaman mefhumunun fizik ve matematiğin konusu olması haricinde seslerin doğal armoniklerinin incelenmesi de tabiat biliminin konusudur. Müziğin bu teknik yönünün nasıl kullanılacağını bilen müzisyenler, teknikle birlikte duygusal olarak da bir lisan yaratacak beceriye ulaşabilme fırsatına sahip olurlar. Veya müziğin bu teknik yönünün farkında olan dinleyiciler yaratılmış lisanın her iki yönünü de duyma becerisi geliştirebilirler. Bu da insan türünü diğer canlılardan ayıran özellikleri barındıran beyni sayesinde olur. Müzik dinleyicisi veya müziği yaratan müzisyen, müzikle sadece tek yönlü, duygusal bir iletişim kuracak olursa insanı diğer canlılardan üstün kılan beyin kapasitesinden faydalanmadan yaşamayı kabul etmiş demektir. Tabii müzisyenler tek yönlü olma yetersizliğini sadece teknik bir bakış açısıyla müzik yaratma gafletine düşerek de yapabilirler. Konservatuvarlar ve klasik müzik diye etiketlenmiş dünya bu ikinci tür, sadece teknik olma gafletine en çok düşen kişileri barındırır. Bunun ana sebebi de klasik müzik bir müzik türü değildir bir müzik yazım tekniğidir.


Klasik müziğin temelini kilise ilahilerinin oluşturduğunu iddia eden klasik müzik tarihçileri temel iki faktörü görmezden gelerek bu sonuca varıyorlar. Birincisi kelimeleri melodili söylemek müzik değildir, müziği kullanır ve şarkı denilen ana sanat formunun kategorilerinden biridir. Kilise ilahileri İncil’in sözlerini bir takım belirli ses aralıklarıyla uyumlu armoniler yaratarak söyleyerek huzur verme, ve inanılan tanrının büyüklüğünü hissetmeye yardımcı olması amacıyla müziği kullanır. Keza İslam dininde namaza çağrı için günde 5 kere söylenen ezan da aynı amaçla kullanır müziği. Fakat aşağı yukarı aynı yüzyıllarda bu iki büyük dinin melodileri iki değişik gelişim göstermiştir. Hristiyanlıkta 17’inci yüzyıla damgasını vuran besteciler kilisenin dayattığı baskılara karşı durabilmek için geliştirmeye başladıkları çok sesli matematiksel ve frekans bilimine dayanan tekniği kilisenin kurallarıyla yazmaya devam ederken bir yandan da kilise dışı müzikler üretmeye başladılar. İşte bu kilise dışı, kilise baskısından kurtulma çabasındaki girişimler klasik müziğin gerçek temelleridir. Eğer o dönemin kilise dışına çıkmaya cüret edebilen dahileri Vivaldi, J.S.Bach, Rameau gibi isimler olmasa sonraki dönemde müziği kiliseden koparmaya devam eden ve klasik müzik tekniğini daha da geliştiren D.Scarlatti, C.P.E.Bach ve sonrasında Haydn, Mozart ve Beethoven gibi isimler olamazdı. Yani klasik müzik, kilisenin geliştirdiği değil kiliseden kaçma amacıyla gelişmiş bir tekniktir.


Aynı dönemde İslam aleminin sınırlarından dışarı çıkmayan müzisyenler ise makamların getirdiği renkliliği artırmış ve diğer dini ve halk müziklerine kıyasla çok daha gelişmiş bir ritm geleneği geliştirmiş olsa da, yapısallık olarak bir gelişme gösterememiştir. Bunun en önemli sebebi müziği sözü süsleyen bir araç olmaktan çıkarıp, söz olmaksızın sadece seslerin diline yönelen İslam alemi müzisyeninin çok az sayıda kalması oldu. O az sayıdaki müzisyenlerin yarattıkları müzikler de klasik müziğin yapısallığından çok uzak kaldı ve dolayısıyla çok daha az ilgi çekti. Bu ayrıma 19’uncu ve 20’inci yüzyılda gelişen Anglo-Sakson ve Germen kültürlerin suç sınırlarını aşan tanıtım güçleri de eklenince, insanlığın müzik değerlendirmesi sığ bir propagandanın içerisinde kayboldu ve kifayetsizleşti. Ne islam alemi müzisyenleri klasik müzik denilen frekans dengeleri üzerine kurulu teknik sistemden faydalanabildi, ne de klasik müzik tekniğiyle gelişen müzik dünyası İslam aleminin renklerini değerlendirebildi.


Fakat 19’uncu yüzyılın sonunda ve 20’inci yüzyılın başında çok daha ilginç gelişmeler oldu müzikte. Önce ABD’ye köle olarak göç etmeye zorlanmış Afrikalıların müzik kültürlerinin ritmik renkliliği ve 18’inci yüzyıl klasik müzik tekniğinin birleşiminden yapısallık açısından bitevi ama melodik yönden enerjik ve renkli bir müzik ortaya çıktı. Ragtime (Yırtık-zaman) adı verilen bu müzik ve 1950’lerden sonra Türkiye’de gelişen Arabesk müziğin siyahi kültürdeki versiyonu Blues ile birlikte, Jazz (Caz) adı verilen yepyeni bir tür gelişmesine sebep oldu. Bu müzikler özellikle ABD’nin kölelik vahşetinin en sert şekilde yaşandığı güney eyaletlerinde yaygınlaştı. Caz’ın başlangıcı olarak gösterilen New Orleans şehrinin müzikal tarihinde Polonyalı-Fransız besteci Frédéric Chopin’in arkadaşı John de la Nouvelle Orleans isimli piyanistin seri halde yaptığı Beethoven konserleri mevcuttur. Günümüz müzikologlarının New Orleans’taki Beethoven’ın 32’inci sonatı etkisi üzerine araştırma yapması, Ragtime (ve dolayısıyla caz) müziğinin kökeninde, Kuzey Afrika kökenli bir aileden gelen Beethoven’ın etkisini bulmalarına sebep olabilir. Caz’ın ilk temsilcileri de Afrika kökenli ABD’li müzisyenler, ve tek bir Ukrayna göçmeni Yahudi beyaz dahi George Gershwin oldular. Gershwin’in Ravel ve Chopin hayranlığının bilinmesi sebebiyle, New Orleans sonrası caz merkezlerinden New York’un üniversitelerinin müzik bölümlerinde caz’ın yolunu açan besteciler olarak Chopin, Debussy ve Ravel gösterilir. Tabii Avrupa’nın ABD ile müzikal alışverişi tek taraflı değildir; örneğin 18’inci yüzyılda Jean-Philippe Rameau’nun Paris’te dinlediği Kuzey Amerika yerlilerinin müziği meşhur eseri Les Sauvages’ın ilham kaynağı olmuştur. 20’inci yüzyılda bir caz merkezine dönüşen Chicago’nun o dönemdeki yerli şeflerinden Mitchigamea bölgesinden Şef Agapit Chicagou ve beş tane daha kabile şefi, Rameau’nun da bulunduğu bir toplantıda dans etmişler ve çok etkilenen Rameau bu danstan aldığı ilhamla Les Sauvages (Vahşiler) isimli en meşhur eserini bestelemiştir. Avrupa’dan ABD’ye geçen ve dünyayı saran başka şarkı türlerinden en çok bilinen ikisi ise Rock ve Pop müzikleridir. Yani özetle bugün pop, rock ve caz müziği diye sınıflandırılan şarkı türlerini Avrupa ve Afrika şarkılarından ayırarak değerlendirmek ziyadesiyle yanlıştır. Tabii bu türlere “müzik” değil “şarkı” ekini eklememek gerekir çünkü Anglo-Sakson müzik tarihçilerinin dayatması sınıflandırmalardan, şarkı ve müziği ayrı sanat formları olarak sınıflandırdığım anlayışım vesilesiyle insanlığın müzikle tekrar tanışması mümkün olacaktır.


Şarkı ve müzik türlerini kendi bakış açımdan sınıflandırmadan önce şarkı ve müzik ayrımını keskinleştirelim. Müzik ses sanatıdır, şiir de söz sanatıdır (başka söz sanatları da olabilir). Söz ve ses sanatları birleşince yeni bir karışım sanat çıkar ortaya ve bunun adı şarkıdır. Mavi (müzik) tek başına bir renktir, sarı da (şiir). İkisi karışınca yeni karışım rengine mavi (müzik) demeyiz, artık yeni bir renk olmuştur ve biz o renge yeşil (şarkı) deriz. Bazen mavi (müzik) baskındır ve daha açık bir yeşil (şarkı) olur veya bazen sarı (şiir) baskındır ve sonuç daha koyu bir yeşil (şarkı) olur. Bazen çok dengeli olur iki sanat da ve Schubert şarkıların yeşilidir o.


Benim çocukluğumdaki halk şarkısı (müziği) sevgim sadece kendi kültürümüzle sınırlı kalmadı. Macar, Rus, Arjantin, İngiliz ve İtalyan halk şarkılarını da severdim. Karadeniz Türkülerini Kamil Sönmez’den dinlerdim çocukken, sonraları öğrendiğim bazı Napoliten şarkılar da bana hep Karadeniz Türkülerini hatırlattı. Bu durumda İngiliz halkının sözlerini melodilerle süsleyen Rock, Pop ve ABD’lilerin Caz’ını da halk şarkısı olarak sınıflandırmam kaçınılmaz oluyor. Hepsi halkın hislerini sözlerle yansıttığı şarkılar ve sözleri süsleyen müzikal sistem de klasik müzik sistemi. Bütün halk şarkıları içerisinde sözleri atıp sadece müzik diliyle iletişim kurmayı en çok deneyen türler Ragtime, Blues ve Caz olmuş. Ragtime ve Blues müzikal yapısını çok geliştirmezken, Caz müziği klasik temellere dayanan armonik becerilerini çok geliştirmiş ve yüz yıldır geliştikçe de klasik müziğin içerisinde bir gelişme gibi duyulmaya başladı, fakat yine de belirli teknik sınırları terk edemediği için klasik müzik diye adlandırılan sınırsız özgürlükteki müziğin düzeyinde bir gelişmişliği yakalaması ve sonat, senfoni gibi gerçek bir alt kategori olabilmesi biraz daha sürecek gibi gözüküyor. Oysa caz dünyası doğaçlamaya (improvizasyon-improvisation) dayandığı için kendini klasik müzikten daha özgür ilan eden bir anlayışa sahip. Tabii bu da gerçekçi bir bakış açısıyla çok ama çok temelsiz bir iddia. Klasik müzik eserleri de doğaçlamaya dayanır, klasik müzik bestecileri de eserlerini doğaçlama temeliyle yaratırlar. Doğaçlama anlık bir ilhamdır, ve anlık ilhamlar sanat eseri değillerdir. Doğaçlama teknik bilgi olmadan iyi düzeyde yapılamaz, kağıt üzerinde olmasa da, çalgı becerisine veya el yordamına dayalı olsa da bir teknik bilgi gerektirir. Klasik müzik teknikleriyle geliştirilmiş bilgiye ve bir “oyun planına (yapıya)” sahip olmadan sahneye çıkıp doğaçlama yapmak tartışmasız denebilecek kadar çok büyük ihtimalle müzik denemeyecek sonuçlar verir. İşte Charlie Parker gibi anlık ilhamlarına yapısallık katmak için Bach’ın eserlerini inceleyerek kendince kurgular deneyen nadir yetenekler dışında anlık ilhamı takip eden çoğu caz müzisyeninin sanat eseri yaratan bestecilerden en temel farkı budur. Besteciler anlık bir ilhamın çok kıymetli olduğunu, yaratıcılıklarının temelini oluşturduğunu fakat sanat eseri yaratmak için kafi olmadığını çok iyi bilirler. Dolayısıyla doğaçlama yoluyla yarattıkları parçacıkları yapısallaştırarak dinleyiciyi bir noktadan diğerine götüren, kendi diliyle bir bütünü anlatan sanat eserlerine dönüşmesini sağlamaya çalışırlar.


Müziğin parçacıkları da, büyük eserleri de, sözle birleşerek şarkı olması, dansla birleşerek bale olması da hayatım boyunca çok ilgimi çekti. Hem müzisyen hem de dinleyici olarak en temel ihtiyaçlarımdan bir oldu müzik. Karadeniz Türküsü de, Afro-Küba dansları da, Blues da, Asya gamlarıyla yapılan müzikler de ayrı ayrı sevgi duyduğum türler. Duke Ellington söyleyen Ella Fitzgerald’ı da, Edit Piaf’ı da, Kamil Sönmez’i de şarkı söylerken dinlemek bir zevktir benim için. Moğolistan usulü gırtlak şarkısını da etkileyici buluyorum, Güney Afrika’nın Xhosa dilinde söylenen bir şarkıyı da. Klasik müzik tekniğiyle yaratılmış müzik eserlerine de bu tür bir sevgim var ama sözlerin olmadığı o dünyaya daldığım anda insan olmanın çok yönlü özelliklerinin hepsini birden aynı anda ama başka bir dilde yaşadığımı düşünüyor ve hissediyorum.