Fransız Usulü

Çifte Standart

Gazete Kültür, 2021/07/31





Emir Gamsız

Yazar hakkında bilgi için tıklayın.




Fransa'nın başkenti Paris'te 7 Ocak 2015 günü mizah dergisi Charlie Hebdo'da yapılan katliamın ardından fikir ve düşünce özgürlüğünü savunanlar "Je suis Charlie (Ben Charlie’yim)" sloganıyla saldırıda öldürülenlerin yerine kendisini koyarak silahlı tehditlere boyun eğmediğini ve ifade özgürlüğünü savunduğunu belirttiler. Her ne kadar 21’inci yüzyılın her türden olayı satılır bir mal haline getirmesinin bir başka ürün etiketi olmasından öteye gidememiş olsa da, bu sloganı sosyal medya hesaplarında profil fotoğrafı haline getirerek bir aktivizm yaptığını sanan, ama aslında dünyayı yönetenlerin bir anketindeki sayı olmaktan öteye gidemeyen kişilerin içten duygularına sonsuz bir sevgi ve saygı duymalıyız.


Aynı Fransa’da, 28 Temmuz 2021’de Fransa cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Toulon şehrinde 400 tane reklam panosuna sahip olan Michel-Ange Flori’ye hakaret davası açtı. Davanın sebebi Flori’nin Macron’a tepkisini göstermek için reklam panolarına Macron’un bıyık çizilerek Hitler’e dönüştürülmüş bir fotoğrafını koyması. Fransa’yı Covid aşısına mecbur tutmak isteyen Macron’un bir diktatör gibi davrandığını düşünen Flori fikir ve düşünce özgürlüğünü dile getirmek ve Macron’un eylemlerini protesto etmek için sahibi olduğu yayın organını kullandığını söylüyor ve Charlie Hebdo’nun yayınlarını kastederek “Neden Peygamberleri karikatürize etmek satir sayılıyor da, Macron’u karikatürize etmek suç olsun? Bu bir çifte standarttır” diyor. Konu Charlie Hebdo’nun yaptığı yayını fikir ve düşünce özgürlüğü olarak görüp görmemek üzerine bir tartışma değil, başlıkta vurgulandığı gibi, her fırsatta demokrasisiyle övünen Fransa’nın çifte standart uygulayıp uygulamadığı. Salgının ilk aylarında bulunacak aşıların Afrikalılarda denenmesi gerektiğini söyleyip büyük tepkiler toplayan Macron’u haklı da buluyor olabiliriz, haksız da. Önemli olan din adamlarına hakaret olmayan eylemin cumhurbaşkanına da hakaret olmaması gerektiği gerçeğini unutmamamızdır. Ya da birine hakaret ise diğerine de hakaret olabilir.


Türkiye aşı olmayı teşvik ediyor fakat kimseyi aşı olmaya zorlamadığı için şimdilik insan haklarını çiğnemeyerek Avrupa’ya demokrasi dersi veriyor, inşallah bu şekilde devam ederiz. Tabii salgın sürecinde sağlık görevlilerimiz de ruhsal olarak çok yıprandı ve bir çoğu da her gün bu çılgınlığa çare olabilecek çözümler düşünüyor, çünkü her gün en çok onlar yüzleşiyor aşıların yetersiz kaldığı durumlarla. Bazı kişiler ve bazı doktorlar da yine de şu an en geçerli korunmanın aşı olduğunu düşünüp, aşı olmak istemeyenleri toplumdan soyutlayacak yaptırımlar öneriyor. Evlerinde hapis olduğunu hisseden insanların ruhsal sıkışmışlığı ile her gün yaşadıkları ölümlere karşı çaresizliğin sıkıntısındaki sağlık çalışanları ile çok benzer durumda aslında, kökeninde ölümcül virüsün yaydığı ölüm korkusu yatıyor. Ruhsal olarak zorluklar yaşayan bu insanları toplum olarak çok iyi anlamamız ve bu sıkıntılarına sevgiyle ve özenle karşılık vermemiz gerekir. Fakat sert yaptırımdan kastettikleri bir ya da iki aylık karantina değil herkesi aşıya mecbur tutmak ve bu yaklaşımın bir tartışmada demokrasiden bahsederken “asacaksın bunları” diye çıkış yapmaya benzediğini anlatabilmek gerekir bu yorgun vatandaşlarımıza. Bill Gates’in virüs dünyayı sardıktan hemen sonraki söylemi de böyleydi, komedyen Trevor Noah ile röportajında herkesin dijital olarak fişleneceğini, aşı olmayanların hiçbir işe kabul edilmeyeceğini işsiz kalacağını söyledi. Bütün bu salgını Bill Gates’in düzenlediğine dair veya başka türlü ispatlanamayacak fikirleri önermiyorum, sadece mutlak başarı kazanmamış bir aşıyı olmak istemeyenler için önerilen çifte standartı tartışmaya sunuyorum.


Aşı olmamanın sadece tedavi görmeyi istememe hakkı olmadığını başkalarının hayatına kastetmek olduğunu iddia edenler mevcut. Gazete köşelerinde, internet haber programlarında, televizyon programlarında alaycı ve tepeden bakan bir tavırla bunu konuşunca haklılıklarını kanıtladıklarını düşünüyorlar herhalde ki çoğu garip bir alaycı tavırla bu fikirlerini paylaşıyor. Tabii bu kişiler aşıların ne yazık henüz mutlak tedavi olmadığını unutuyor, yani aşı olsak da hem kendimizin ve yakınlarımızın hem de başkalarının hayatına kastedebiliriz. Yaşanan salgının vehametini ruhsal olarak karşılamakta güçlük çeken bu vatandaşlarımıza, ve dünyanın diğer ülkelerindeki despotizmi savunanlara, aşılarını olmuş binlerce insanın virüsü başkalarına bulaştırmaya, hâttâ birçoğunu da ne yazık ki öldürmeye devam ettiğini hatırlatmakta fayda olabilir. Bu toplumun hem ruhsal hem de fiziksel açıdan sağlığı açısından çok önemli.


Bir süre önce Milliyet Gazetesi’nde yazdığım gibi Venedikliler 1630’da veba salgınında, hastaları sağlıklılardan ayırarak çözmüşler sorunu, yoksa muhtemelen insanlık yok olmuştu çoktan. Biz de demokrasi diye çığırtkanlık yapıp karşımızdaki devasa boyuttaki sorundan yılınca demokratik hakları yok sayacak despotlukta yaptırımları savunmak yerine salgını sona erdirmek için aşıdan daha iyi sonuç veren karantina uygulamasına tekrar dönebiliriz. Örneğin İsrail çok sıkı karantina önlemleriyle salgını neredeyse sıfıra indirdikten sonra aşılanmaya güvenerek karantinaya son verdi ve sonuç ortada. Biz de mayıs ayında 20 gün bekledik evlerimizde, tam bir gelişme olacaktı, tekrar sümüklü böcek gibi düştük tırmandığımız sağlıklı yerden.


Herkesin tanıdığı aşılarını olduktan sonra Covid’e yakalanıp ölen birileri mevcut, veya en azından tanıdıklarının tanıdıkları var. Demek ki aşı konusundaki bu ilk girişimler umut verici olsa da henüz mutlak yeterlilikte değil. Eğer virüsü lojistik olarak hapsederek yok etmeyi tüm dünya olarak organize etmezsek, ve herkesi bu yarım yamalak aşılar ile koruduğumuza inanarak sosyal hayatı tamamen serbest hale getirirsek, aşısızlar sosyal hayatta yasaklansa bile aşılılardan bir kısım insanlar ölmeye devam edecekler. Bu bakış açısı sadece aşı olmak istemeyenlere karşı anti-demokratik değil aynı zamanda bünyesi zayıf olanlara karşı canice bir tavır.


Doktor, basın mensubu veya herhangi bir meslekten herhangi bir vatandaş, salgının hepimize yüklediği ağır ruhsal sıkıntıyı karşılamakta güçlük çekiyor olabilir ve bu son derece normal bir tepkidir, sevgiyle ve anlayışla karşılamamız gerekir. Ama ruhsal sıkıntılarına çözüm olarak salgını sona erdirmek adına despot ve canice yöntemlere başvurmak istemelerini toplum olarak kabul etmemek gerekir. Yoksa Voltaire ve Rousseau gibi özgürlükçü filozofların ülkesinde bile gelinen Macron diktatörlüğü benzeri bir despotizmi benimsemiş bir halka dönüşmemiz an meselesi olabilir. Avrupa’da birçok kişi Macron’u bu yüzden Hitler’e benzetiyor. Hitler Almanyası’nda da kendi halinde yaşamını sürdüren birçok insan tarihin en cani liderine katıldı ve sonucu hepimiz biliyoruz. Ya insanları fişlemeyi ve zayıfların ölmesini umursamamayı tüm toplumlar benimserse, torunlarımıza bu caniliğimizin hesabını nasıl verebiliriz?


Salgını bitirmek için en garanti yol halen karantina, çünkü henüz diğer virüsler için bulunmuş aşılar kadar mutlak etkili bir aşımız yok. Karantina İtalyanca’da 40 sayısından geliyor, Quaranta. Yani yorulduk, sıkıldık demeyip birbirimize maddi ve manevi açıdan destek olarak tüm dünyaca 40 günlük mutlak bir karantinaya daha dayanalım, hem virüse bulaşma fırsatı tanımayalım hem de biyologlara aşıları geliştirme ve daha da önemlisi ilaç geliştirme şansı tanıyalım.