Sosyal Medya Dosyası

İçerik Üreticisi

Gazete Kültür, 2021/08/09





Ege Maltepe

Yazar hakkında bilgi için tıklayın.




William Shakespeare (Şekspir) bugün yaşasa harika bir içerik üreticisi olurdu diye düşünüyorum. Yarattığı içerikler yüzyıllar sonrasına kalır mıydı? Hayır. Ama olsundu. Bugün, bu an, bize büyük bir zevk verirdi ve bu bize yetmeliydi.


Şaka bir yana, içerik, eski dille muhteviyat, nedir hiç sorgulamadan, sosyal medyada birer içerik üreticisi olma yolunda ilerliyoruz hepimiz. Bu toplu çabamız en nihayetinde, Büyük Birader Mark Zuckerberg’ün hem paramızı hem de, paradan da kıymetlisi, bizim bile tam olarak idrak edemediğimiz iç dünyamıza dair bilgiyi toplayarak daha güçlenmesine yarıyor. Bağımlılık yazımda belirttiğim gibi, içinden çıkmak için cesaret göstermemiz gereken bir aynalı mağaradayız. Sürekli yenilenen yüzeysel bir akıştan gözlerimizi alamıyoruz, hayatı fotoğrafını çekip üç cümleyle özetleyerek yeni bir paylaşım üretmek için yaşıyoruz. Yaşamın, bilginin, esinin, bütünlüklü gerçeği bir sosyal medya yazısına sığar mı? Yanıtın “Tabii ki hayır ” olduğunu hepimiz biliyoruz, fakat gerçeğin bütünü uzun, zahmetli ve can sıkıcı geldiğinden bu simülasyonun içinde olmaktan hepimiz memnunuz, ya da memnunculuk oynuyoruz.


Hal böyle.


Şimdi bu hali parçalara bölerek anlamaya çalışacağım.



Sürat Öldürür


Sosyal medyanın beyine etkisini araştıran sinirbilimciler bu platformlardaki etkileşimlerin yarattığı kimyasal reaksiyonun, kumar ve uyuşturucuyla beyinde gerçekleşen reaksiyonla aynı olduğunu gördüler. Biz sosyal medyada bir beğenme, alkış, tebrik aldığımızda beynimiz dopamin salgılıyor ve anlık olarak kendimizi iyi hissediyoruz. Dopamin, yemek, seks ve egzersizle de salgılanan bir hormon. Fakat bunların hepsi için bir derecede efor sarfetmek gerekirken sosyal medya için başparmağınızı telefonda kaydırmanız yeterli. Bu sebeple günümüzde sosyal medya, diğerlerinden çok daha bağımlılık yapıcı.


Sosyal medyanın en önemli özelliği ise içerik adını verdiğimiz bu yazı, çizgi, video ve görsellerin çabuk anlaşılır, mümkünse çok kısa ve çarpıcı olmaları. Bu, tüm hayattan beklentimiz haline geldi, bilim adamları bilgiyi ve becerileri hap haline getirmeyi becerirlerse hepimiz çok memnun olacağız. Bir düşünsenize koltuğunuzdan kalkmadan satranç şampiyonu, usta piyanist, büyük aktör, yaman boksör, ünlü tarihçi olabileceğiniz günleri! İlaç sektörünün bir sonraki büyük patlaması bu haplarla olur belki, kimbilir?


Bu, kısa sürede karşılık alma haliyle hissettiğimiz anlık heyecan, dikkat süremizi her geçen gün azaltıyor. İyi ve gerçek içerikleri anlamak, özümsemek ise uzun vakitler ister. Bu sebeple “gerçek ve zor” ile “sahte ve kolay” arasında bir seçim yapmamız gerekiyor.



New York Polisi’nin Tacizi


New York’taki çok yakın dostlarımızdan biri polis emeklisi bir fizyoterapistti. Evet, yanlış okumadınız, New York’ta suç oranının en yüksek olduğu 80’li yıllarda polislik yapan Kevin (hem de narkotik şubede!), emekli olduktan sonra üniversiteye geri dönüp fizyoterapi okumuş ve insanlara hizmet ettiği başka bir iş alanında hayatına devam ediyordu. 17 Temmuz 2014’te Eric Garner ismindeki siyah vatandaşın polis tarafından boğularak öldürüldüğünü videolardan izledikten sonra, çıktığımız akşam yemeğinde öfkemiz ve üzüntümüzü saklayamadık. Kevin polislik anılarını çok anlatmak istemezdi. 80’lerin vahşi New York’unu zihninden silmek ister gibiydi. O akşam Garner’a karşı kullanılan kaba kuvvetin sebepsiz olduğunu söyledi. “Sokakta sigara satıyor diye bir kişiyi yere yatırıp boğazına basmazsın” dedi, ve polislik yıllarında departman yöneticilerinin onlara yaptığı baskıdan söz etti. “Haftanın sonunda bize kaç tutuklama yaptığımız sorulurdu ve daha çok tutuklama yapmamız için zorlanırdık. Bu öyle bir baskıydı ki, haftanın sonuna doğru bazı memurlar sokaktan geçen hemen herkesten şüphelenip sebepli sebepsiz tutuklama yapardı. Sırf haftanın sonunda üstlerinden fırça yememek için! Bu, bazen sokaktaki vatandaşı taciz edecek düzeye gelirdi. Taciz edilen vatandaş da doğal olarak sinirlendiğinden durduk yere olay çıkardı.”


İşte bu “kaç tutuklama yaptın?” baskısı gibi, sosyal medyada içerik üreten kişiler için de “kaç beğenme, kaç takipçi, kaç izlenme aldın” baskısı mevcut. Bu baskı yüzünden bizi sürekli olarak taciz etmenin derdindeler. Eğer para kazanmak için bu işi yapıyorlar ise izlenmelerden kazandıkları yüzde o kadar düşük ki, hissettikleri panik, onları daha da ilgi çekici olabilmek için sürekli taviz vermeye itiyor. Sonuç olarak hem biz izleyenler hem de söz konusu içeriği üretenler bu kanallar tarafından taciz ediliyor oluyoruz. Çünkü kumarhane daima kazanır, sistem bunun için kurulmuştur. Fakat bu tamamen kendi rızamızla gerçekleştiğinden celladına aşık olan mahkumlar gibiyiz. Feysbuk’a ölüm! Yaşasın Feysbuk!



Hayal Mühendisliği


“Jane’e bir bak! Onun iki aylık maaşa değmeyeceğini söyleyebilir misin?” Bu söz, 1980lerde tek taş pırlanta satmak amacıyla üretilen, bir erkeğin bir kadınla yaşadığı aşkı iki aylık maaşıyla ölçmesi gerektiğini öneren reklam kampanyasından bir alıntı. Bu reklam o kadar meşhur olmuş ki, tek taş pırlanta ile evlenme teklifi yapma sözümona geleneği bugüne kadar gelmiş. Kadınlar sevgililerinden yüzük beklerken kafalarındaki bu hayalin Madison caddesinde bir ofiste oturan bir grup pazarlamacı tarafından uydurulduğunun farkında mı acaba?


“Her nerede değilsem, orada mutlu olacakmışım gibi gelir.” demiş Fransız şair Charles Baudelaire (Bodler). Baudelaire Sigmund Freud’un (Froyd) yeğeni Edward Bernays’in (Börneyz) mühendisliğini yaptığı propaganda yüzyılında yaşamamıştı. Fakat bu meşhur sözü insan psikolojisini çok güzel özetliyor. Zaten Bernays de insanların zihinlerine değil, arzu ve korkularına hitap edilen propaganda sistemini, amcasının birey ve grup psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalara dayandırmış. (Bkz. Kültür Çökerten Bernays.) Sanayi devrimini takip eden yüzyılda şirketlerin ihtiyaçtan fazla ürettikleri her türlü şeyi satabilmek için toplumda arzu uyandırma çalışmalarının baş mühendisi olmuş Bernays. Kendini “kanaat oluşturucu” diye adlandıran Bernays’in çalışmalarından bu yana - ki 103 yaşına kadar yaşadığından 20inci yüzyıl boyunca aktif olarak çalıştığı söylenebilir- reklam kampanyaları daima topluma bir şeyleri arzulatmak amacıyla tasarlanmıştır. Şu içeceği içerseniz daha özgür hissedeceksiniz, bu arabayı sürerseniz daha güçlü hissedeceksiniz, bu pantalonu giyerseniz kimse size karşı koyamayacak, bu ayakkabılarla kim tutar sizi kıvamındaki aslına bakarsanız ipe sapa gelmeyen vaatlerin sunulduğu bu kampanyalar içimizdeki en kırılgan, ve en vahşi yerlere mesajlar yollayarak bizim hayallerimizi yaratıyorlar. Bu metod, seçim kampanyalarından, savaş kampanyalarına kadar günümüzde bir norma dönüşmüş durumda. Yani, biz bunun saçma olduğunu biliyor, bile bile birbirimizi ve kendimizi kandırmaya devam ediyoruz. Celladımıza duyduğumuz aşk öyle büyük ki bütün iş, bir tek taşa bakıyor.


Malum, sosyal medya da reklamdan kaçamadığımız bir alan. Siz reklam yapan kişileri takip etmeseniz bile kişisel verilerinizi korumama sözleşmeleri dolayısıyla önünüze mutlaka reklamlar çıkıyor. Reklamlara da gözlerimizi kapadık diyelim, yine de birbirimizin hayatlarını gözlerken içimizde Baudelaire’in şiirsel bir dille anlattığı, bir şeyleri kaçırdığımız korkusu tetikleniyor. Bu Fear of Missing Out (FOMO) başlığıyla literatüre geçmiş, çok yaygın bir sendrom. Yüksek ihtimalle bu yazıyı okuyan siz, bu yazıyı yazan ben buna sahibiz. Bizim arzularımız, korkularımız, zayıflıklarımızı hedef alarak yaratılan bu sistem, bizi hem üretici hem tüketici olarak kullanıyor. Cellat da biziz, mahkum da.



Nicelik mi yoksa nitelik mi?


William Shakespeare bugün yaşasa tiyatrosunu filan kapatır, nitelikli bir iş üretebilmek için kendini bir dağ evine kapatırdı. Karamsar şiirleriyle tanınan Baudelaire bugün yaşasa ne kadar haklı olduğunu görüp kendini yine şaraba verir, genç yaşta ölür giderdi. William ve Charles’ın hayatlarıyla kıyaslanamayacak bir rahatlık, güven ve kolaylık içinde yaşadığımız bugün, adeta kendi cehennemimizi yaratmış haldeyiz. “Kötülük kader gibidir, zahmetsizce, doğal olarak yapılır; iyilik ise daima bir sanatın ürünüdür.” demiş Baudelaire. Zahmetsizce yapıldığından kötülük çoktur, iyilik ise az olmakla beraber adeta bir sanatın ürünüdür. Burada durup düşünelim, hayatımızda nitelik mi önemli nicelik mi?


Nitelik diyorsanız, hayatı iyi seçimlerle dolu bir sanat eseriymişcesine yaşamak için kendinizi ve sevdiklerinizi hem sosyal medya hem de reklamcılık tuzaklarından koruyun. Zahmet edin. İyi olanı arayın bulun. Size kaç taş pırlanta sunarsa sunsun, celladınıza aşık olmayın.