»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»
Nasrettin Hoca Hikayeleri
Yazan: Orhan Veli Kanık
Seslendirenler: Can Güvenç, Ege Maltepe ve Emin Maltepe
Müzik: Emir Gamsız
»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»
Anadolu halk kahramanı Nasrettin hoca’nın hikayeleri halka mal olmuş şairimiz Orhan Veli tarafından 1949’da kaleme alınmış. 2021 yılında Bach Cafe’nin Sesli Edebiyat yapımları arasında, her yaştan dinleyiciyle keyifle buluşması dileğiyle…
Orhan Veli’nin önsözü:
“La Fontaine’in masallarını Türkçe’ye çevirdiğim sıralarda dostum Şevket Rado bana Nasrettin Hoca’ya ait fıkraları da manzum olarak yazmanın iyi bir şey olacağını söylemişti. Böyle bir işin ehemmiyeti üzerinde, doğrusu, o zaman pek düşünmemiştim. Bu fıkraları bulabilmek için bir kaç kitap karıştırdıktan sonra gördüm ki ünü yabancı ülkelere kadar yayılmış olan bu millî kahramanın hikâyeleri daha hâlâ Türkçe olarak yazılmamış. Güzel bir üslûptan geçtim, okuduğum kitaplarda, doğru dürüst bir Türkçe bile yoktu. Bunun üzerine de, bu fıkraları okunabilir bir dille yazmanın, küçümsenmeyecek bir iş olduğuna inandım. Yazdığım Nasrettin Hoca fıkralarının, bugüne kadar yazılanların en iyisi olduğunu söylersem pek de böbürlenmiş sayılmam. Çünkü, dediğim gibi, bu fıkralar hâlâ yazılmamış; sadece, ağızdan ağıza, dolaşmış durmuş.
Bunları yazarken La Fontaine’in, fable lerinde kullandığına benzer bir nazım şekli kullandım, ölçünün yer yer değişmesi, bu manzumeleri, hep aynı ölçüyle sürüp giden manzumelerdeki birteviyelikten kurtardı. Ayaklarda da dilimizin Türkçeleşmesinden sonra şunun bunun uydurduğu kafiye kaidelerine bağlı kalmadım. Zaten, ötedenberi, bu kaidelerin batı dillerindeki kaidelere benzemediğini görüp üzülürdüm.
Fıkraları seçmek için türlü kitaplara başvurdum. Geçen yüzyıl içinde çıkmış taş basması bir letaif kitabından başka, elime, Tevfik Beyin kitabı, Hazine-i Letaif, Letaif-i Lâmiî, Hikâyat-ı Vedâdî gibi kitaplar geçti. Ama Velet Çelebi tarafından tertiplendiğini duyduğum bir Behaî nüshasının bütün bu kitapların tetkikinden sonra meydana getirildiğini gördüm. Ayrıca bu kitapta, ötekinden berikinden alınmış, bir, iki yüz tane de yeni fıkra vardı. O zaman anladım ki, bu fıkraların hangisi Hocaya aittir, hangisi değildir diye düşünmenin mânası yok. Zaten, fıkralar okunduğu zaman da kolayca anlaşılıyor, bütün bu hikâyeler bir kişiye ait olamaz, ihtimal Nasrettin Hoca adında biri yaşamıştır; bu hikâyelerden bir kaçı da onun başından geçmiştir. Ama hepsini on? mal etmeye kalkışmak, o hikâyelere bağlı bir hayatın imkânsızlığını görmemek demektir. Hikâyeleri dışındaki Nasrettin Hocanın da bizim için hiç bir değeri yok. Gerçi bazı bilim adamları işin o tarafıyla de uğraşmışlar. Ama, dediğim gibi, ben bunu boşuna bir gayret sayıyorum. Sayın Vedat Nedim Tor, kitaba yazacağım önsözde, bu konuya da dokunmamı istedi. Onun üzerine bir kaç kitap daha karıştırdım. O kitaplardan edindiğim bilgiyi buraya aktaracak değilim. Bir kere, o bilginin sağlam bir bilgi olabileceğine inanmıyorum. Ayrıca, fıkralarına bağlanamayan bir Nasrettin Hocayı da mühim bulmuyorum. Bununla beraber Hocanın hayatiyle ilgili bir kaç şey de söylemeden geçmeyeyim:
Nasrettin Hoca, rivayete göre, Sivrihisar’da doğmuş, Akşehir’de ölmüş. Prof. Fuat Köprülü’nün tetkiklerine bakılırsa, XIII. yüzyılda, Selçukiler zamanında yaşamış. Başkaları Timur’la çağdaş olduklarını söylüyorlar. Gerçekten de, fıkralarında, Timur’un adı sık sık geçiyor. Akşehir’de hâlâ mevcut olan bir türbenin de ona ait olduğu söyleniyor. Türk halk edebiyatı üzerinde çalışmış bir Fransız folklorcusu olan Edmond Saussey de Hocanın hayatının bu fıkralardan çıkarılamayacağını görmüş; tetkiklerini daha çok fıkraların özellikleri ile Hocanın bu fıkralardan çıkacak şahsiyeti üzerine yöneltmiş. Ona göre, bu fıkralardan bir çoğu, batı milletlerinin halk hikâyelerinde de görülen temalara dayanmaktadır. Bu fikrini destekleyecek örnekleri bir bir sayıp döken Fransız yazarı, sonunda «Bütün bunlar, diyor, Avrupa ve Asya insanlığının müşterek malıdır.»
E. Saussey, Hocanın şahsiyetini bulmaya çalışırken ilkin onun içtimaî mevkiini tesbit ediyor. Yazara göre Hoca fakir bir adamdır. Kıt kanaat geçinir, oduna gider, pazara gider. Borcunu ödemekte güçlük çeker, ziyafetleri kaçırmaz, arasıra — beceremez ama — ufak tefek bir şeyler aşırmağa kalkar, eşeği ölünce matem tutar. Bütün bunlar fıkralarında pekâlâ görülebilir. Böyle olması da tabiîdir. Madem ki Hoca’yı halk icat etmiş, halka benzeyecektir. Hocaya ait hikâyelerin, yüzyıllardır, hiç eskimeden yaşaması, onun bir halk kahramanı olmasından ileri geliyor. Hoca, gerçekten, zaafları, sıkıntıları, kusurları, korkuları, kısacası her şeyiyle, tam bir halk adamıdır. Bu saydığım hallerse insanî haller. Halktan olmak insan olmayı gerektiriyor. Bu olay, ayrıca bizi bir gerçek üzerinde yeniden düşünmeye sevkediyor. O gerçek de şu: yaşayacak sanat, zümrelere değil, halka dayanan sanattır. O da bize insan üstünün değil, insanın halini anlatır.”